Günlük hayatın koşuşturmacası, stresi, kalabalığı, curcunası içinde öylesine akıp gidiyoruz ki. şu işi bitireyim. şuraya gideyim. şunu da yapayım derken bir bakıyoruz ki gün akşam olmuş. Vakit tamam. Paydos. Ömür de öyle değil mi? Yaşımız kırka ne zaman geldi? Ne çabuk geçti bu kadar zaman hangimiz anlayabildik ki? Sorsak nefsimize bir yüz daha yaşamak ister misin diye. Hiç hayır der mi?
Daha çocukluk yıllarında başlıyor isteklerimiz. Babam şunu alacak bana, bunu yapacak, alaca şeker, balon araba … Sonra ben başlıyor. (nefis, Ego) ev, araba, yazlık, kışlık, çocuk, kariyer, makam, mevki…… Dünya senin olsa ne olacak be adam. Hep bunları istiyoruz da acaba ev, araba, saray, ırmak, yeşillik ahiret’te lazım değil mi? Onun için de bir tasarruf yapıyor muyuz.? Ben pek biriktiremiyorum. ahiretle ilgili pek bir düşüncem yok desek doğru söylemiş oluruz. Çünkü hiç aklımızdan geçmiyor ki? Boşuna kendimizi aldatmayalım.
Rahmetli Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’nin (21. Yüzyılın Akif’i) bir televizyon sohbetinde şöyle bir hatırasını dinlemiştim. ‘ 1922 yılında Konya ‘da doğdum. Amcalarım. Dedem, babam hep alim insanlardı.10 yaşımda hafız oldum. Dedem Konya’da bir mahalle camisinde 50 yıl hiç ücret almadan imamlık, vaizlik . hatiplik yapıyor, halkı irşad ediyor ve bütün mahallenin çocuklarını okutuyor. Beş kuruş para almıyor. Dedemin Konya’ya 30-
Günlük hayatta nefsim dürtmeye başlayınca (şunu da al, şunu da ye, giy, iç, vs…) bu hatırat aklıma gelir. Bu kadar sonsuz isteklerimiz var. Bizim içimizde zehirlenmedik bir organ kaldı mı acaba diye düşünürüm. Evet bir kalpte iki sevgi olur mu? Hem dünya hem Allah sevgisi.
O zaman şöyle bir düşünelim. Bir ölçelim kalbimizde ki hassas teraziyle imanımızı. Hep buradan almayalım tapuyu, iskanı,imarı, ruhsatı. Ya öbür tarafta da isterlerse vay halimize. Gecekondu yapma şansımızda yok. Yeter dünya malının bizi bu kadar zehirlemesi. Bu zehirle ölüp gitmemeye, panzehir üretmeye gayret edelim. SAYGILARIMLA. HASAN YALÇIN